Haftaya Bakış (292): İBB İddianamesi'nden ne çıkar? | Anayasa Mahkemesi'ni tanıyan yok

14.11.2025 medyascope.tv

14 Kasım 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Her hafta yaptığımız gibi, Kemal Can'la haftanın olaylarını konuşacağız ve üstelik Kemal stüdyoda.
Kemal Can: Evet, aylar sonra.

Ruşen Çakır: Nihayet aramıza hoş geldin, Kemal. İddianameyi konuşacağız, ama onu sona saklayalım. Zaten günlerdir iddianameyle yatıp iddianameyle kalkıyoruz. Salı’dan beri, değil mi? Önce Selahattin Demirtaş’ı konuşalım derim.  ‘‘Demirtaş çıktı çıkacak, çıktı çıkacak’’ deniliyor. Ben, güvendiğim kaynaklardan bu hafta muhakkak çıkacağını duydum ama başıma gelecekleri bildiğim için sustum, söylemedim. Fakat başkaları çok emin bir şekilde söylediler. DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan “Bir dakika bile tutulmaz” dedi ama Demirtaş hâlâ çıkmadı. Selahattin Demirtaş'la birebir aynı olmadığı kesin ama benzer ve daha yakın bir örnek olarak Ahmet Özer çıktı. Ama orada ne var? Bahçeli Özer’in de Demirtaş’ın da tahliyesini talep etmişti. Sonra Bahçeli nihayet Erdoğan'la görüştü, 40 dakika görüştüler ve artık herhâlde Demirtaş da çıkacaktır denildi. Olmadı. Ben hâlâ, her an çıkabilir, bir an önce çıksın duygusunu muhafaza etmek istiyorum. Ama, “Bu AİHM kararını bir uygulamaya başlarsak baş edemeyiz” gibi yorum yapanlar var. Anayasa Mahkemesi kararlarının bile takılmadığı bir ülkedeyiz. Bunun bir örnek teşkil etmesinden ürküyor olabilirler. Çünkü AİHM kararı sadece Selahattin Demirtaş için değil, birçok kişi için var, Osman Kavala için de var, başkaları içinde var. Ama o zaman da şöyle bir husus var tabii. Zaten toplum, iddianameyle birlikte o çözüm sürecini unuttu iyice. Her ne kadar kendisini feshettiyse de en son PKK'dan yapılan açıklamada, Duran Kalkan da, “İkinci aşamada artık top devlette. Devletin bir şeyler yapması lazım” gibi bir şey söyledi ve bunu da aylardır konuşuyoruz. Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve arkadaşları çıkacak, kayyumlar iade edilecek, ki bunlar için Meclis Komisyonu’nun karar alması gerekmiyor.
Kemal Can: Hiçbir yasal şey gerekmiyor.

Ruşen Çakır: Evet. En son, aralık ayında yasa çıkacak ve onunla beraber birtakım değişiklikler olacak diye duydum. Bu söylenen, daha önce ekim ayıydı, sonra Kasım ayı, şimdi de aralık ayı oldu. Önümüzdeki hafta perşembe günü, Komisyon’un, nihayet İbrahim Kalın ve iki bakanı dinleyeceğini biliyoruz. O da bir yerden sonra bir şeyleri bayağı geciktiriyor ve biz hâlâ Selahattin Demirtaş'ı, Figen Yüksekdağ’ı ve diğerlerini beklemeye devam ediyoruz. Burada, bütün işin Erdoğan'da başlayıp Erdoğan'da bittiği de muhakkak.
Kemal Can: Evet. ‘’Demirtaş, saatler, günler içerisinde bırakılacak’’ haberlerinin sürekli ortalıkta uçuşmasından bu yana belki de 5, 10 hafta oldu. Hatta bu hadise, o ilk AİHM kararı ile ilgili, Türkiye itiraz edecek mi, etmeyecek mi tartışmasıyla birlikte başlamıştı. Galiba 18 Ekim’di o tarih.

Ruşen Çakır: 8 Ekim.
Kemal Can: 8 Ekim, evet. Türkiye son bir gün kala itirazını yaptı. Dolayısıyla, onun öncesinden başlayan, haftalardır süren bir hikâye var. Galiba geçen hafta konuştuk, geçen hafta değilse de ondan önceki hafta konuşmuşuzdur; Demirtaş bu saatten sonra bırakılsa da, bırakılmasa da, bunun AİHM kararıyla bağlantısı artık son derece tartışmalı. Çünkü AİHM kararı üzerinden bırakma söz konusu olsaydı, zaten şimdiye kadar defalarca bırakılmış olması gerekiyordu. Ayrıca, iki, üç hafta önce kesinleşen kararla birlikte, hukuki bir sonuç olarak hiç kimsenin bir şey yapmaması durumunda bile zaten çıkması gerekiyordu. Elbette, senin dediğin gibi, “Bu yol olur. Bir kez yaparsak herkese yapmak zorunda kalırız” diye düşünenler olabilir, ama ben bu işin, meselenin bu tarafından çok, ‘’neden içeriye girdiyse, çıkması da aynı nedenle olacak’’ fikrinin altını çizen bir şey olduğunu düşünüyorum. O da, Erdoğan ‘’tamam’’ deyince girmesi, ‘’tamam’’ deyince de çıkacak olması. Ne AİHM'in dediğiyle bir ilgisi var, ne mahkeme süreciyle bir ilgisi var, ne yasalarla bir ilgisi var konunun, bu çok net. Konuşacağımız diğer meselelerde olduğu gibi, çıkmaması da bununla ilgili, çıktığı andaki durum da bununla ilgili olacak.
Bu hadisenin hiçbir yerinde hukuki prosedürler işlemedi ki, finalinde Demirtaş'ın çıkmasını hukuki gerekçelerle açıklayalım. AİHM kararı herkes tarafından, “Bırakmanın vesilesi olacak” diye yorumlandı. Yani süreç için bıraktı değil de, Türkiye'de mahkemeler var, tıpkı Rahip Brunson hadisesi gibi, mahkemeler karar verdi diye bırakılmış olacak. Hatta Erdoğan da AİHM kararıyla ilgili bir soru üzerine, “Mahkeme ne derse o olur” gibi bir şeyler söyledi. Sonuçta sanki böyle bir imkân veriyormuş gibi, ama bu imkânı da kullanmadıklarını görüyoruz. Çünkü bu imkân da kullanılsa, senin dediğin gibi, bu, bir yol olacak. Eğer hukuki gerekçelerle bir eylemi anlamlandırıyorsan, oradaki tutarlılığı devam ettirmek için başka adımlar da atman gerekiyor. Ama sürecin bütününde, sürecin diğer aşamalarının hepsinde olduğu gibi; İmralı'ya gidilip gidilmemesinden tut da, Komisyon’un faaliyetlerine, Komisyon’un takviminden, yasa hazırlanması ile ilgili prosedüre kadar hemen her şey, kendi siyasi, hukuki süreçlerinin dışında işliyor. Demirtaş'ın bırakılması hadisesi, tıpkı, ‘’9 yıldır hapiste tutulması nasıl bir gerekçeye ve nasıl bir iradeye tâbi idiyse, şimdi bırakılması da aynı iradeye tâbi’’ mottosunun kafalara nakşedilmesiyle ilgili bir şey. Bırakıldığı anda da herkes şunu bilecek: Demirtaş neden dolayı bırakıldı? Bu konuda kim son onay mercii olarak tamam dedi? İmralı'ya gidildiğinde de aynı şey olacak. Bu, yine haftalardır konuştuğumuz gibi, Erdoğan'ın hem süreçle ilgili hem bütün aktörlerin kaderiyle ilgili ana belirleyici olma özelliğini korumaya dönük bir irade. Çünkü bu sürecin ikna ediciliği, kamuoyunda destek bulması, bunun için tahliyeler meselesinin, ikinci aşama denilen adımların içerisinde en sembolik ve en etkili olacak şey olduğu hep konuşuluyor ya. Bunlara baktığında son derece sorunlu bir şey var; böyle yapmamaları gerekiyor. Bir an önce bu hamleleri yapıp, sanki ikinci aşama da başlamış gibi, yasal düzenleme yapılmadan yapılabilecekleri yapmak en kolay adım. Ama tıpkı yapmanın göstereceği gibi, yapmamanın da gösterdiği bir şey var. Bu gösterdiği şeyin de, temel karar vericinin, iradenin kim olduğunun altının çizilmesi olarak görüyorum. Biraz sonra konuşuruz, bu, sadece Demirtaş'ın tahliyesi meselesinde ya da AİHM kararlarında da değil, Anayasa Mahkemesi meselesinde de aynı.

Ruşen Çakır: Evet, mesela Tayfun Kahraman olayı. Biliyorsun ben Hakan Altınay’ın ziyaretçisiydim. Orada tanıştık Tayfun'la, kızı, eşi ve ailesiyle. Eşi Meriç artık yazmaktan yoruldu.
Kemal Can: Kızı büyüdü bu süreç içerisinde ve onu göremiyor.

Ruşen Çakır: Maalesef. Sonra bakıyorsun, mahkemeler peş peşe, Anayasa Mahkemesi'ni tanımıyor. Anayasa Mahkemesi niye var? Anayasa Mahkemesi üyeleri nasıl hâlâ o işi sürdürüyorlar? Yani bu durum sadece bu olayda değil, ama en son yaşanan olay bu.
Kemal Can: Bir de mahkemeler Anayasa Mahkemesi'ni tanımama kararını metne geçiriyorlar. Hukuki bir metnin içerisinde anayasaya aykırı bir ifade kolaylıkla yer alabiliyor ve Anayasa Mahkemesi denilen müessese buna herhangi bir cevap, bir karşılık vermiyor, bir şey demiyor. Sonuçta, Anayasa Mahkemesi, Türkiye'de geçerli olduğunu varsaydığımız anayasal düzenin anayasaya uyumunu, bütün kurumların anayasaya uyumunu denetlemek üzere kurulmuş bir yüksek mahkeme. Ana işlevi, anayasaya uyulmasını sağlamak. Ya da anayasaya uyulmamasına karşı bir yaptırım organı olarak, bir yargı organı olarak var. Anayasaya doğrudan kendi varlığıyla ilgili bir müdahale var. Anayasayı uygulamayan yargı kurumları var. Bunu, fiili bir durum olarak diyor ve yapmıyor değil. Basbayağı kendi karar metinlerine, ‘’Ben takmam’’ diye yazıyor, bunu böyle resmiyete de sokuyor.

Ruşen Çakır: Tamamen ucuz kahramanlık.
Kemal Can: Genellikle etrafından dolaşıp yapmamak vardır ya.

Ruşen Çakır: Yok canım, göstere göstere yapıyor.
Kemal Can: Buna karşılık, anayasayı korumakla yükümlü olarak kurulmuş yüksek yargı organı, bu anayasaya uyulmama hâline ilişkin herhangi bir şey söylemiyor. Hani şimdi rejim değişikliği vesaire tartışmaları var ya, rejim değişikliği birtakım yasal çerçevenin veya onun hukuksal altyapısının değişmesiyle değil, aslında mevcut anayasanın istismar edilmesi ve uygulanmamasıyla yürütülen bir değişiklik. Rejim değişikliği kendi hukuksal sistemini kurmuş değil, mevcut hukuksal sistemi uygulamamakla aslında yeni bir fiili durum yaratıyor. Bu, özel bir durum ve buna, önce, asıl mahkûmiyet kararını veren mahkeme uymadı. O yetmedi, ona itiraz edilen mahkeme de aynı şeyi yaptı. Dolayısıyla böyle sıraya dizilmiş biçimde bütün mahkemeler…

Ruşen Çakır: Kemal, içim daralıyor biliyor musun?
Kemal Can: Ama bu, demin konuştuğumuz hikâyenin bir benzeri. AİHM'in kararının uygulanmasını hukuki prosedür açısından söylüyoruz. Bir zamanlar Erdoğan'ın söylediği gibi, AİHM kararlarının siyasi kararlar olduğu varsayımıyla tartışmaya açıldığını düşünelim. Ama Türkiye'deki mahkemelerin kendi arasında da aynı şeyin yaşandığını görüyoruz. Yani ne oluyor? Anayasa Mahkemesi, Türkiye'nin yüksek yargı organı. ‘’Türkiye'de yargı var, Türkiye'deki mahkemeler işliyor.’’ Adalet Bakanı’nın çıkıp çıkıp, “Türkiye hukuk devleti” demesine ya da Cumhurbaşkanının, “Burası yargı devleti” demesine neden olan şeyde, Anayasa Mahkemesi bu ülkenin dışında bir kurum olarak mı değerlendiriliyor? Ya da Devlet Bahçeli'nin söylediği gibi, Anayasa Mahkemesi'ni kapatalım, hukuki olarak gerçekleşmemiş, ama fiili olarak gerçekleşmiş olarak mı kapatalım?

Ruşen Çakır: Bu arada şu da var, biliyorsun. En son konuşacağımız iddianameyi hazırlayanlar da CHP'nin kapatılması talebini, Anayasa Mahkemesi’ne değil, doğrudan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na atıyorlar.
Kemal Can: Zaten bu her prosedürde böyle. Bazen Ankara'da açılması gereken davanın İstanbul'da açılması, bunun, o kararın çıkartılması istenilen mahkemede açılması, mahkemelerin birbirlerinin yetki alanına müdahale etmelerini bir süre önce de yaşadık. Mesela hâlâ devam eden YSK'yı tanımama olayı oldu.

Ruşen Çakır: Hâlâ gidiyormuş oraya biliyor musun?
Kemal Can: Sadece Anayasa Mahkemesi değil, sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi değil, YSK, mahkemeler birbirini tanımıyor. Hatırlıyorsan, Yargıtay’la Anayasa Mahkemesi arasında daha önce yaşanan tartışmada, birbirlerini suç duyurusuyla tehdit etme noktasına vardılar. Şimdi ortaya çıkan bu tablo o açıdan da garip.

Ruşen Çakır: Olmayan hukuku tartışıyoruz Kemal. Neyse, şimdi şu konunun üzerinden hızlıca geçelim derim. Ahmet eş-Şara Washington'a, Beyaz Saray'a gitti. Trump adama parfüm hediye ediyor, sonra da, “Senin kaç eşin var?” diye soruyor.
Kemal Can: Trump parfüm sıkıyor üstüne.

Ruşen Çakır: Evet, Şara da kıs kıs gülüyor. Neyse. Hakan Fidan da gitti, aynı zamanda oradaydı ve Ankara-Şam-Washington, Suriye konusunda birtakım kararlar aldılar gibi. Orada iki önemli sorun var. Bir tanesi, İsrail'le Şam'ın ilişkisi meselesi, bir diğeri de Kürtler meselesi, SDG meselesi. Anladığım kadarıyla, her ikisinde de ABD birtakım dayatmalarda bulunmuş ve bazı anlaşmalara varılmış. Hakan Fidan Şam'la, güneyin, yani Dürzîlerin ve kuzeydoğunun, yani Kürtlerin arasındaki bir altın dengeden söz ediyor. Eskiden çok sert konuşuyordu, şimdi daha makûl bir arayış içerisinde. Benim takip ettiğim kadarıyla, ki Kürt kaynaklarından da takip ediyorum, zaten Mazlum Abdi ve İlham Ahmed sürekli olarak, ‘’10 Mart mutabakatının hayata geçirilmesi yönünde bir gelişme var’’ mesajını veriyorlardı, ama hep de bir rezerv koyuyorlardı. Yani, “Niyet var, konuşuyoruz, ediyoruz, ‘ama’…” diyorlardı. Oradaki temel hususlardan birisini ilk olarak Mazlum Abdi dile getirmişti. Anladığım kadarıyla, bu konu Washington'da da konuşuldu bu İŞİD'e karşı mücadeleye Şam'ın da katılması söz konusu. Ama İŞİD'e karşı mücadeleyi bugüne kadar, koalisyonla beraber esas olarak SDG yürüttü. SDG'nin içerisinde bu konuda bayağı uzmanlaşmış bir birim var. Anlaşıldığı kadarıyla, o birimi tüm Suriye'ye teşmil edecekler. Herhâlde Suriye Ordusu’ndan da katılım olacak.
Kemal Can: Zaten entegrasyondaki önemli ayaklardan biri oydu.

Ruşen Çakır: Evet. Tabii oradaki temel soru şu aslında. Orduların birleştirilmesi meselesi bir şekilde olacaksa da, esas, adem-i merkeziyet meselesi. Yani Kürtler ne alacak? Kürtlerin dışında Dürzîler, hatta Aleviler ne alacak? Mesela, eskisi kadar güçlü olmasa da Süveyda'da yine birtakım çatışmalar olduğu haberleri geliyor. Adem-i merkeziyet meselesi çok kritik bir mesele. Çünkü Türkiye'nin istediği şey Suriye'nin birliği. Suriye'nin birliği derken, orada herkesin Şam'a tâbi olduğu, kayıtsız şartsız itaat ettiği bir Suriye'yi yaratmanın imkânı yok. Açıkçası, hem Şam'ın hem de Ankara'nın bunu nereye kadar kabul edeceği meselesi var. Onları önümüzdeki günlerde göreceğiz anladığım kadarıyla. Bu arada Öcalan’ın bu olayda baştan itibaren devrede olduğunu da özellikle vurgulamak lazım. Zaten Bahçeli sürekli olarak Öcalan’ı adres gösteriyor. Öcalan’a biraz, “Söyle şunlara, kabul etsinler” gibi bir şey yapmak istediler anladığım kadarıyla. Benim takip ettiğim kadarıyla, Öcalan'ın doğrudan ya da dolaylı olarak Suriye ile ilgili söylediği şeylere baktığımda, Öcalan hiç öyle “Kayıtsız şartsız mutabakat” demedi. Zaten orada sorun oldu. ‘’Öcalan deseydi bile yaparlar mıydı?’’ diyenler de var.
Kemal Can: Ama görüşme notlarında Öcalan’ın SDG ile ilgili söylediklerinde güvenlik önceliği meselesi hep devredeydi.

Ruşen Çakır: Evet. Hep bir şekilde, “Kendinizi korumayı ihmal etmeyin” diye söylüyor. Yani Öcalan'a rağmen orada bir şey yapmaları çok mümkün değil. Şimdi kimileri, ‘’SDG kendisini kanıtladı. Artık kendi ayakları üzerinde duran bir güç’’ havası yaratmaya çalışıyor, ama öyle değil aslında. Benim bildiğim kadarıyla, orada çok ciddi bir PKK varlığı var. Hatta Türkiye gazetesi, Kandil'den bilmem kaç bin kişinin de tekrar oraya katıldığı iddiasını yazmıştı. Oradaki örgüt, feshedilmiş bir örgüt. Münfesih bir örgüte rağmen, SDG’nin kalkıp, ‘Ben onu tanımıyorum, bunu tanımıyorum, kendi bildiğimi yapacağım’’ demesi gibi bir şey olamaz, olmaz da zaten. Selahattin Demirtaş hikâyesinde de bu oluyor farkında mısın? Onlara, kendilerine atfetmedikleri bir özerklik, hatta bağımsızlık atfediliyor. Demirtaş'a da öyle. ‘’Demirtaş Öcalan'ı da takmaz’’ gibi. SDG için de öyle.  SDG'nin tarihini biliyorsun. Temelleri Öcalan Suriye'deyken atılmış bir oluşum. Şu hâliyle sanki orada işler yürüyormuş gibi.
Kemal Can: Bir de, parçalar açısından baktığında, Öcalan'ın, belki kişisel etkisinin en güçlü olduğu alanlardan biri Suriye zaten.

Ruşen Çakır: Alanlardan birincisi. Bizzat kendisi onu yoktan var etmiş. Öcalan oradayken Suriye Kürtleri vatandaş değildi. Çünkü Suriye Kürtleri Türkiye'den göç etmişler ve Esad döneminde onlar orada hep misafir gibi görülmüşler, vatandaş olarak kabul edilmemişler. Ona rağmen, orada bayağı bir şeyi inşa etmiş. Arkadaşım Mehmet, Öcalan'ın aşiretlerle, şunlarla bunlarla bunu adım adım nasıl yaptığının öyküsünü yazmıştı bize. Gençlik merkezleri kuruyor filan. O, bir anlamda Öcalan'ın gözbebeği. Bir diğer husus da şu: Öcalan'ın bir toplum tasavvuru var ya, onun laboratuvarı. Gibi.
Kemal Can: Varılan nokta açısından şöyle ikili bir yaklaşım var: Bir tanesi, ‘’Varılacak nokta netti. Zaten Amerika bunun rotasını çizmişti, tarafları buraya getirmek için bir süreç işledi’’ diye yorumlayanlar var.  Bir de, ‘’alandaki dengeler süreç içerisinde bir noktaya geldi ve şimdi ‘altın denge’ denilen şey oluştu’’ diye düşünenler var.  Bu iki yorumu da haklı kılabilecek bir tarih inşa edilebilir. Yani ikisinin de kendi tezini haklı gösterecek argümanlara sahip olduğunu düşünebiliriz. Ama ben, ikisinde de doğruluk payı olduğunu ve aslında hakikatin, bu ikisinin ortasında bir yerde olduğunu düşünüyorum. Yani bir tasarım vardı, ama tasarım, alanın koşullarıyla ilgili birtakım revizyonlara uğradı ve bir noktaya geldi. Bu tür meselelerde iki şey işliyor. Biri tasarımın sahibi. Burada anladığımız kadarıyla Amerika çok belirleyici bir aktör olarak devrede zaten, yani bütün Ortadoğu için. Geçen yüzyılın başında kurulan Ortadoğu, artık işlemeyecek bir zemin. Dolayısıyla, burada yeni bir şey oluşturulacak.

Ruşen Çakır: Bu arada, kusura bakma sözünü keseceğim. Bülent Arınç Selahattin Demirtaş'ı ziyaret etmiş. Anlattığına göre, Demirtaş “Eşim 4 gündür tahliye bekliyor” demiş ve sonunda eşine artık eve dönmesini söylemiş. Başak Hanım Edirne'de. Demirtaş çıkacak, beraber dönecekler diye 4 gündür bekliyormuş. “Artık sen git” demiş Demirtaş ona. Neyse, pardon sözünü kestim.
Kemal Can: Yok, biraz önce konuştuğumuz konu zaten. Bence buradaki hikâye şöyle işliyor. Bu tasarımda Amerika belirleyici ve Amerika, tarafları, kendi tasarımının içerisinde, giderek pazarlık şanslarının ve bunun dışında hamle yapma imkânlarının sınırlılığını göstererek, bir yere doğru getirdi. Daha çok Kürt meselesi ve Kuzeydoğu Suriye açısından konuşursak, bütün taraflar, bu tasarımın dışında davranma seçenekleri ya da bu konuda alabilecekleri riskler ya da kendi başlarına atabilecekleri adımlar konusundaki sınırlılığı gayet net biçimde gördüler. Ya da şöyle yorumlanabilir: Kendi kamuoylarını ya da kendi taraflarını ikna açısından bu süreç biraz yavaş işledi ve bunu aslında kendi taraflarına bu argümanlarla anlattılar. Ama ister öyle işlemiş olsun ister böyle işlemiş olsun, bugün gelinen noktada, bu denklemde yer alan aktörlerin ana tasarımcı haricindeki bütün unsurları, yani Türkiye, SDG ve Şam’ın, bu tasarımın, mutabakat oluşturulan altın dengenin dışına çıkmak ve buna direnmek konusunda ellerinde çok da fazla bir şey olmadı. Bir sürü varsayımlar ileri sürülüyordu. ‘’Eli daha güçlü olanlar, kozları kuvvetli olanlar’’ tezlerinin aslında pek geçerliliği olmadığını ve bunun dışında kalma seçeneğinde kendi başlarına davranabilecekleri hamle avantajlarını, giderek süreç içerisinde kaybettiklerini gördüler. Şimdi bence iş hızla buraya doğru toparlanıyor.
Bu bizi neden daha fazla ilgilendiriyor? Çünkü baştan itibaren, Öcalan'ın ilk açıklamasında Suriye'den hiç bahsedilmemesi, buradaki süreç tartışmalarında Suriye sanki hiç devrede yokmuş, bu, tamamen iç cepheyi, tahkim amacıyla yapılmış gibi konuşulması yüzünden, sanki o ayrı bir başlık. SDG meselesi, Suriye meselesi sürecin dışında, sürecin bir yan kolu gibi bir hava yaratılmıştı. Hayır, başından itibaren bu tam da sürecin göbeğinde olan, birlikte düşünülmesi ve tartışılması gereken bir şeydi. Bugün gelinen noktada hem sürecin işleme biçimi hem Suriye'deki gelişmeler aşağı yukarı aynı zeminde buluşuyor ve giderek net bir şekilde buraya doğru ilerliyor. Dolayısıyla, iç politikaya dair kısımları hâlâ boşlukta durmakla birlikte, Suriye konusunda Washington'da oluşturulan şey, bence buradaki sürecin devamı açısından da çok somut sonuçlar üretecek. İç politika kısmında Erdoğan faktörü var çünkü. Erdoğan'ın süreci ve Suriye'de olup bitenleri kendi siyasi programına uydurma ve entegre etme gibi bir ayrı gündemi var. Ve bu, Demirtaş'ın tahliyesinden, İmralı’yla görüşmeye kadar pek çok şeyi etkiliyor. Ama nihayetinde olacak şeyi belirleyen, faktör değil, bunun iç politikada nasıl kullanılacağını belirleyen bir şey. Bence Suriye'deki gelişme, senin dediğin gibi, büyük ihtimalle artık finalize olmaya doğru ilerliyor. Yani daha önce böyle bir gelgitli, pürüzlü bir şey vardı. Onun ne kadar hakiki olduğu tartışma götürür, ama bence artık Suriye'deki dengelerin yeniden değiştiği konusunda daha az şey duyacağız büyük ihtimalle.

Ruşen Çakır: Bu arada, Bülent Arınç 11 Kasım Salı günü, İBB iddianamesinin açıklandığı gün Demirtaş’ı ziyaret etmiş.
Kemal Can: Evet.

Ruşen Çakır: Osman Kavala’yı da ziyaret etmiş. Biliyorsun milletvekilleri, “Bize izin verilmiyor” demişlerdi ama Bülent Arınç Kavala’yı da ziyaret etmiş. Demirtaş için de, “Önümüzdeki günlerde tahliye olacağını düşünüyorum” demiş. Başak Hanım ayın 7'sinden, 8'inden beri Demirtaş’ın tahliye edilmesi için Edirne’de bekliyor. Yani bir beklenti var.
Kemal Can: Geçen hafta “Günler, saatler içerisinde” denilmişti. Kaçıncı haftası oldu.

Ruşen Çakır: İnsanlar çok kızabilirler ama, Bülent Bey’in böyle bir dönemde ikisini de ziyaret etmesi önemli. Kendisine takdirlerimi ileteyim. Şimdi İBB iddianamesine gelelim. Ben bu konuda çok fazla konuşmak istemiyorum. Zaten biliyorsun ben sanığım da. Çok ağır suçlamalara muhatap kaldım. Ama orada ilginç olan şu. Bizim gizli tanığın adı bir ağaç ismiydi, Meşe’ydi, sonra bir baktık İlke olmuş. Hani “Yaşlandık, hafıza kötü” diyorum da, bir ağaç adı bir başka ağaç adına dönse, Meşe değil de, mesela Gürgen olsa anlarım. İlke nereden çıktı? İlke diye bir gizli tanığım olsaydı hiç unutur muydum? Ama birden İlke oldu. Eğer mahkeme günü, mahkemede yargılandığımızda tekrar gündeme gelirse, orada, erkek olduğunu varsaydığım Sayın İlke Bey'e, “Bir dakika, siz ağaçtınız. Ne zaman ne oldunuz?” diye sormayı düşünüyorum. Neyse.
Dün Mümtaz'er Türköne ile yaptığımız yayında https://medyascope.tv/2025/11/13/mumtazer-turkone-ile-soylesi-tum-yonleriyle-ibb-iddianamesi/ İBB iddianamesini konuştuk, çok da ilgi gördü. Mümtaz'er, “Bu, bitsin diye yapılmış bir dava değil” dedi. Bir de, Mümtaz'er ‘hukuk ekonomisi’’ diye bir şey söylüyor. Ben hukuk bilmiyorum, sen mutlaka bilirsin bunu. Yani yargının mümkün olduğu kadar hızlı olması, davanın uzatılmaması, kısa zamanda sürdürülmesi mantığıyla çalışması. Ama bu iddianame binlerce sayfa. Mesela biz zamanında, 12 Eylül döneminde yargılandık. O toplu davaydı ve iddianame binlerce sayfa değildi. Bu mantıkla, isteselerdi o dönemde bizim davamız 20 bin sayfa falan olurdu herhâlde. Buna, onu koymuş, bunu koymuş vesaire… İBB iddianamesi ile ilgili, çok kişi yapay zekâya birtakım sorular sordular ki bence iyi de yaptılar. Çünkü o 3 bin sayfayı okumak, onları karşılaştırmak öyle kolay bir iş değil. Benim gördüğüm, bir Alişer Delek yapmış, bir de Ankara'da arkadaşlar yapmışlar. Onlardan baktığımda, yapay zekânın da sınırları zorlanmış yani. Bu, çok iyi, güzel de, burada şu yok, bu yok, en önemlisi omurga yok. Bir de, CHP'liler, “Para nerede?” diyorlar. Para da yok galiba, değil mi?
Kemal Can: Şimdi bütün hikâye zaten onun üzerine kuruluyor ve özellikle iktidar medyasında aylardır süren yayınlarda bütün hikâye neydi? Büyük büyük paralar…

Ruşen Çakır: Tabii, rakam telaffuz etmişlerdi de unuttum.
Kemal Can: Çeşitli rakamlar telaffuz edildi. ‘’Büyük büyük paralar toplandı ve bu paralar bir amaç için toplandı. Bunun için bir örgüt kuruldu. Çeşitli yolsuzluklar yapılarak büyük bir para transferi ve bir para havuzu oluştu. Bu para havuzundan da birtakım harcamalar yapıldı’’ iddiası var. Ama senin söylediğin gibi, bu iddianın omurgasının, o paranın hem kaynağının hem varlığının ortaya konacak delillerle oluşturulması gerekiyor ki, şuradan şu kadar para alınmış, buraya gelmiş, bu para da şöyle kullanılmış. Dolayısıyla, klasik polisiye tabiriyle, parayı takip etme mantığıyla gidildiğinde, iddianamede paranın izini bulamıyorsun, öyle bir tarafı var.
Mümtaz'er ile yaptığınız yayında söylediğin şeyi ben de düşünüyorum. İddianamenin bu kadar hacimli olması, bu kadar çok yan kollara izin verecek çeşitlilikte olması, bir hedefe doğru ilerleyen ve aslında süzerek, aylardır yürütülen soruşturmaların ya da iddiaların daha derli toplu hâle getirildiği ve neden-sonuç ilişkisinin daha açık şekilde ortaya konulduğu biçimde, Mümtazer'in söylediği ekonomiye uygun biçimde tasnif edilmemiş olmasının hepsini beraber düşündüğümde, ben de Özgür Özel'in CHP kurultay davalarında söylediği şeyin burada da geçerli olduğunu ve hep daha önce de öyle düşündüğüm gibi, bu davanın, sonuçtan çok, sürece dönük bir dava olduğu görüntüsünü güçlendirdiğini düşünüyorum. Bu büyüklükteki bir hacimle, bu kadar çok, birbiriyle ilişkisi son derece zayıf iddiadan oluşan, bu kadar çok ucu açık, yan yollara imkân verecek bir muğlâklıkta kurulması, bu davanın, daha başlangıçtaki niyetinin hızlı sonuca ulaşmak değil, mümkün olduğu kadar uzayan bir süreç yaratmak olduğunu düşünüyorum. Tıpkı 19 Mart sonrasında, “Hani, nerede iddianame?” denilerek süreci hızlandırmak gerektiğini söyleyenlerin kaygısını devam ettiren bir uzatma tablosuna, niyetine işaret ettiğini düşünüyorum. Muhalif kamuoyu bundan çok hoşlanmıyor, ‘’Bu dava uzayacak’’ diyenlere biraz sinirleniyorlar. Bir an önce davanın sonuçlanmasını ve aslında davanın neticesiz kalmasını tabii ki arzu ediyorlar. Ama şu anda bu iddianamenin düşündürdüğü şey, bunun, uzatmaya dönük niyetinin çok belirgin olması.

Ruşen Çakır: Tabii.
Kemal Can: Bu çok açık. Üstelik, uzatmanın da sadece davanın kendisinin uzatılması değil, belki önümüzdeki günlerde yeni çatallar yaratarak, yeni davalar üretmek. Bunlardan bir tanesi çok konuşuldu: CHP'ye dönük, Kurultay davasından yürüyen hattın, bir de buradan yeniden oluşturulması ihtimalini ima eden taraflar var iddianamede. Yine böyle başka yerlere kapı açan, belki yeni davaları tetikleyecek ya da bu davanın yeni aşamalarla biraz daha şişmesini sağlayacak tarafları var. Bütün bunlar bende, başlangıçtan itibaren siyasi kaygıların belirleyici olduğunu ve tamamen sürecin uzatılmasına dönük bir hazırlık olduğu kanaatini yaratıyor. Aylarca yapılan hazırlık, hep ortaya konulduğu gibi, zayıf iddiaları daha güçlü hâle getirmek için çok bir şey katmamış. Burada iddia diye ortaya konulanlar, aylardır, savcıların ya da yargı mensuplarının iktidar medyasına servis ettikleri veya yansıttıkları birtakım iddialar ve bilgilerden ibaret. Onları daha da kuvvetli hâle getiren, onların üstüne bir şey koyan bir durum yok. İtirafçı sayısını arttırıyorlar ya da gizli tanıkların isimlerini değiştiriyorlar, etkin pişmanlık imkânını kullananların sayısını arttırıyorlar, ama sonuçta ana şey değişmiyor. Ama buna karşılık dava şişiyor. Tabii ki bu hızda bu kadar ayrıntıyı incelemek herhangi bir hukukçu için bile son derece zor. Ama bir niyeti görmek için de bütün iddianameyi okumak gerekmiyor zaten. O niyet buradan anlaşılıyor. O niyet, bu davanın bir süreç davası olduğunu, hızla sonuca varmak niyetiyle yürümediğini gösteriyor açıkçası.

Ruşen Çakır: Orada tabii şöyle de bir şey olacak, ki en önemli hususlardan birisi o. Zaten bir diploma olayı da var Ekrem İmamoğlu'nun. Ekrem İmamoğlu'nun Cumhurbaşkanı adayı olmasını iyice imkânsız hâle getirme gibi bir fonksiyonu olacak herhâlde.
Kemal Can: Tabii, ama mesela orada da şöyle olabilir. Daha önce de hatırlıyorsan konuştuk. Bir yöntem olarak, hızla sonuca varıp, siyasi yasak getirerek ya da İmamoğlu'nu mahkûm ederek de bunu yapabilirler, yapmayı amaçlayabilirler. Çünkü çok saçma sapan iddialarla neticelenmiş ve mahkûmiyetle bitmiş bir sürü dava var. İmamoğlu’nun davasını da bunlardan biri hâline getirebilirler. Ama bunu yapmaktansa, biraz köpürte köpürte uzun bir zamana yayarak, kullanarak, mümkünse bir siyasi yasak getirip, çok açık net biçimde İmamoğlu'nun adaylığını engellemek yerine, davayı sürdürerek adaylığını engellemeyi tercih ettikleri anlaşılıyor. Ben bu iddianamenin görüntüsünden bunu düşünüyorum açıkçası.

Ruşen Çakır: Evet, daha çok konuşacağız iddianameyi. Bir de yargılama başlayacak. O zaman onu konuşacağız. Ama farkındaysan, içimiz dışımız hep yargı; hep yargıyı konuşuyoruz. Şimdi Fatih Altaylı’nın davası olacak. Başka davalar da sürüyor. Ekrem İmamoğlu'nun davaları var. Sürekli birileri yargılanıyor, birileri tutuklanıyor, birileri serbest bırakılıyor. Yani ortada siyaset konuşmama durumu var.
Kemal Can: Ama anti-siyasetin en güzel örneği bu. Siyaseti, mahkeme salonlarında yürütmek.

Ruşen Çakır: Evet, öyle.
Kemal Can: Artık hukuk dememek lazım, yargı diyebiliriz belki ama siyaset, kamuoyu, gündem, her şey, mahkeme salonlarına gelmiş bir şey; artık meclis, sokaklar, kamuoyu üzerinden yürümüyor. Anti-siyasetin en güçlü olduğu şey bu zaten. Anti-siyaseti mümkün kılan zemin bu. Yani tabir yerindeyse, siyaset mahkemeye düşmüş durumda. Siyaset orada cereyan ediyor.

Ruşen Çakır: Öyle. Evet, ‘Haftaya Bakış’ı burada noktalayalım. İzleyicilerimize çok teşekkür edelim ve izleyicilerimizden Medyascope’a sahip çıkmalarını rica edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
23.11.2025 DEM Partililerin CHP’ye kızmaya hakları yok
22.11.2025 Ankara Mazlum Abdi realitesini ne zaman tanıyacak?
21.11.2025 Ve Selahattin Demirtaş noktayı koydu
20.11.2025 AKP ve CHP’nin İmralı ikilemi: Gitmek de zor kalmak da
19.11.2025 Ağzımız açık Devlet Bahçeli’yi izliyoruz
18.11.2025 Suriye’de “altın oran”ın peşinde
16.11.2025 İlk gizli tanığım “Meşe”yi geri istiyorum!
15.11.2025 Sakin olan yine kazanacak
14.11.2025 Ekrem İmamoğlu’na erişimi engellemek mümkün mü?
14.11.2025 Haftaya Bakış (292): İBB İddianamesi'nden ne çıkar? | Anayasa Mahkemesi'ni tanıyan yok
23.11.2025 DEM Partililerin CHP’ye kızmaya hakları yok
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı